Yaşam

Barış Özkul: Nitelikli sanatın hakemi kitlelerin beklentisi olamaz

Barış Özkul’un kaleme aldığı ‘Düşüncenin Uğursuz Kaderi’, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Özkul, ‘Düşüncenin Uğursuz Kaderi’nde sanatçıya ve sanat eserine, toplumsal ideolojiler, kültür ve zihniyet dünyaları ekseninde bakıyor. Dostoyevski’den Orwell’e, Kemal Tahir’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar geniş bir skalada seyreden yazılar, Nuri Bilge Ceylan ve Emin Alper’in filmlerine değin uzanıyor.

Yazılarında esas olarak eserin özerkliğini, düşünce hayatının sanatçının eserinde ne denli etkili olduğunu masaya yatıran Özkul, günümüz edebiyatının türsel değişimlerine de değiniyor. Binlerce sayfalık romanlardan, “kısacık” novellalara geçilen çağda, sanatçının eseriyle kurduğu bağıntı irdeleniyor.

Barış Özkul ile ‘Düşüncenin Uğursuz Kaderi’ni konuştuk.

Barış Özkul

Kitabınız temel bir izlekten hareketle şekilleniyor ve bunu sanırım şöyle özetlemek mümkün: Sanatçının eserinde yahut bizzat kendisinde toplumsal olgu ve olayların etkisi ne denlidir? Sizi bu konu üstüne düşünmeye motive eden şey nedir?

Bu, aslında sanat ve edebiyat incelemesinde tehlikeli bir izlek çünkü edebiyat-sanat eseri hiçbir zaman sanatçının ideolojisine, düşünce dünyasına, sosyopolitik ya da sınıfsal konumuna bütünüyle indirgenemez. Bu indirgeme 20. yüzyılda özellikle Marksizm içinde çokça yapıldı ve sonuçta ortaya bir tür sol vülgerizm çıktı; Plehanov’dan Jdanov’a sanatı bir sınıfsal ifade aracı olarak yorumlamayı öneren, sanat eserinin özerkliğini ikinci plana iten bir yaklaşım Sovyetler Birliği’nden dünyaya yayıldı ve sosyalizmin hanesine olumsuz bir miras olarak yazıldı. Ben bu yaklaşıma taraftar değilim; sanatın ürettiği bilgi çeşidi siyasetin, bilimin veya ekonominin ürettiği bilgi çeşidinden farklıdır ve bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Sanatçının sınıfsal konumu, ideolojik yönelimi, hatta normal bir insanı infiale sürükleyebilecek kişisel tercihleri ürettiği sanat eserinin estetik kıymetini belirlemez. Diğer yandan, edebiyat-sanat eserine onun estetik özerkliğini teslim ederek bir sosyoloji malzemesi gibi yaklaşmak pekâlâ mümkündür; tarihçiler ve sosyologlar bugün ‘Beowulf’a bakarak Anglo-Sakson devri İngiltere ve İskandinavya toplumu hakkında ya da Charles Dickens’ın ‘Pickwick Papers’ını okuyarak Viktorya Çağı hukuk sistemi, mahkeme safahatı hakkında isabetli analizler yapabiliyorlar. Yahut Halide Edip Adıvar’ın ‘Yeni Turan’ı İttihat-Terakki hakkında doğru çıkarsamalar yapmaya elverişli bir eserdir. Edebiyat, neticede insan deneyiminin süzülüp kurmaca bir vasat içinde yeniden üretilmesi olduğu için edebiyat-politika-tarih arasındaki geçişimler bana kalırsa verimli bir araştırma alanı oluşturuyor. Bu nedenle Yeni Eleştiri ekolünün sadece ve sadece edebiyat metnine odaklanmayı, sosyolojiyi ve tarihi dışarıda bırakmayı teşvik eden yaklaşımına da pek yakınlık duymuyorum.

Kitabınızda yer alan yazarlar, her ne kadar içinde yaşadıkları çağdan etkilenmiş olsalar da birçoğu aslında kendi gündemlerini kendileri yaratıyor, denilebilir. Örneğin George Orwell, onu meşhur eden kitaplarını İkinci Dünya Savaşı sonrasında yazsa da daha kişisel gibi görünen ‘Paris ve Londra’da Beş Parasız’ kitabını savaş öncesi yazıyor. Halbuki o yıllarda da ciddi sosyopolitik gelişmeler var. Bu bağlamda sanatçının gündemi meselesini nasıl yorumlarsınız?

Geleceğe kalan eserler vermiş yazarların hemen hepsi kendi gündemlerini yaratmıştır. Çağın dümen suyuna takılıp gitmiş olsalardı, bugün onlar hakkında konuşuyor olmazdık. Örneğin İngiliz edebiyatında Elizabeth Çağı adı verilen bir devir var. Bu devirde yaşamış ve yazmış onlarca şair ve tiyatrocu olsa da, bugün daha çok Shakespeare ve Christopher Marlowe’un eserleri okunuyor, oyunları sahneleniyor; öbürlerini ise edebiyat tarihçileri dışında hatırlayan yok. Ama hepsi aynı sosyo-politik iklimde yaşamışlardı. Sosyo-politik gelişmeler bir devrin edebiyat akımlarına bir dereceye kadar tesir eder elbette ama tek tek yazarlara ve eserlere inildiğinde, orada başka değerlendirme ölçütleri devreye girmelidir. Sanatçıdan veya eserden hareketle devrin zihniyetine gitmek, genel zihniyet örüntülerini sergilemek mümkündür ama bunun tersini denemek, yani devrin zihniyetinden sanatçıya ya da sanat eserine ulaşmaya çalışmak nüansların düzlenmesi, farkların kaybolmasıyla sonuçlanabilir. Dostoyevski’nin ‘Günlük’ünden hareketle onun pan-Slavist ve anti-Semitist olduğunu gösterebiliriz ama Rusya’da anti-Semitizm ve pan-Slavizm’in bir olgu olmasından hareketle bütün bir Dostoyevski edebiyatı hakkında hükümler vermek doğru bir tavır değildir. Edebiyat eserini kalkış noktası olarak alıp metnin açıkça veya ima yoluyla işaret ettiği toplumsal zihniyete gitmek, bana kalırsa daha sağlıklı bir yaklaşım.

George Orwell’e gelince, Eton mezunu bir sosyalist figür İngiltere’de pek rastlanmayan bir anomalidir ama George Orwell tam olarak öyleydi. Gençliğinde “gerçek hayat” sahneleri aramayı seven bir tarafı vardı; bu yüzden, Eton mezunu olmasına rağmen polis olmayı seçerek Burma’ya gitti. Burma’dan döndükten sonra Paris’te bir fukara hayatı sürmeye karar verdi; bu da gerçek bir fakirlikten ziyade fakirliği merak eden ve fakirler arasında yaşamaya karar veren bir edebiyatçının bilinçli tercihi gibidir. Paris ve Londra’da Beş Parasız’ın hikayesi budur. Orwell’in hayatındaki büyük kırılma İkinci Dünya Savaşı’na gelmeden İspanya İç Savaşı’nda biriktirdiği tecrübeleridir. İspanya’da gördükleri onu hayal kırıklığına uğratmış; sosyalizme ve genel olarak sola küsmüştür. Totalitarizm eleştirisi de öncelikle SSCB’ye yöneliktir.

Düşüncenin Uğursuz Kaderi – Toplumsal İdeolojilerin Aynasında Edebiyat ve Sanat, Barış Özkul, 206 syf., İletişim Yayınları, 2024.

‘TOPLUMLARIN İHTİYAÇLARI, İLETİŞİM KANALLARIYLA BERABER SANATTAN BEKLENTİLERİ DE DEĞİŞİYOR’

Kitabınızdaki dikkate değer tezlerden biri, değişen dönemle birlikte eserlerin türünün de değişmeye başladığını ifade etmeniz… Geçmişte kalın romanlar yazılırken, bugün novella diye bir türün ortaya çıkmasını sosyo-ekonomik bir bağlamdan hareketle açıklıyorsunuz. Peki bunun düşünsel karşılığını nasıl yorumluyorsunuz? İki yüzyıl öncesinin yazarları, handiyse birer filozof gibi hayat üzerine fikirler öne sürerken, bugünün yazarlarının düşünsel altyapısını nasıl tarif edersiniz? Dönemle birlikte yazar da değişti, denilebilir mi?

Aslında hacimli romanlar hâlâ yazılıyor; Orhan Pamuk gibi, Salman Rushdie gibi “uzun roman” geleneğini sürdüren yazarlar var. Dolayısıyla bu geleneğin büsbütün kaybolduğu söylenemez; uzunluğun, hacmin kaybolmasıyla kastettiğim şey, bir temayı veya fikri yüzlerce sayfa boyunca geliştirmenin, derinleştirmenin edebiyatta bir norm olmaktan yavaş yavaş çıkıyor olması. George Eliot’ın ‘Middlemarch’ını, Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ini, Emile Zola’nın yirmi kitaplık ‘Rougon-Macquart’ serisini düşünelim. Bugün bu boyutta eserlere nadiren rastlanıyor. Diğer yandan, edebiyatta kalitenin ölçütü uzunluk-kısalık olamaz. Bir novella boyutunda şaheserler verilebileceği gibi sekiz yüz sayfalık berbat romanlar da yazılabilir. Mimari tarihinden bir örnekle; klasik devrin anıtsal yapılarından barok devrin sentetik süslemelerine geçiş bir güzellik eksilmesi değildir. Toplumların ihtiyaçları, üretim ilişkileri, iletişim kanallarıyla beraber sanattan beklentileri de değişiyor.

Diğer yandan, nitelikli sanatın hakemi kitlelerin beklentisi olamaz. Kitlelerin zevkine uymak gibi bir kaygıyla hareket eden birinin popüler olması mümkündür ama nitelikli sanat eseri vermesi pek mümkün değildir. Bugün iletişimin olağanüstü ölçüde hızlandığı; yazıdan çok görselliğin, düşünceden çok teşhirin, fikirden çok ses ve sansasyonun önem kazandığı bir devirdeyiz ve kitlelerin beklentileri sanatı daha önce hiç olmadığı kadar belirlemeye başladı. Bunun siyasetteki karşılığı popülizm ve kitleleri peşinden sürükleyen Trump ve Erdoğan gibi popülist figürlerin siyasi hegemonyası devam ediyor. Bu koşullarda “Vah vah uzun romanlar artık yazılmıyor” tavrı ilk bakışta muhafazakar ve reaksiyoner gibi görünse de novella furyasının hangi ihtiyaca hitap ettiği sorusunu sormakta, kurmaca düzyazının giderek illüstratif boyutuyla sınırlanması üstüne düşünmekte beis görmüyorum.

‘ESKİDEN SENFONİ MÜZİĞİ DİNLEYEREK BATILILAŞAN GENÇLER BUGÜN SALDIRGAN BİR RAP MÜZİKLE BATILILAŞIYOR’

Bir bölümde “Kültür, insan ilişkileri ve ‘hissiyat yapıları’nın oluşturduğu toplumsal ağlar içinde belirlenen (ve söz konusu ağları belirleyen) bütün bir hayat tarzı ve toplumsal pratiktir. Sanat ve edebiyat faaliyeti bu karşılıklı belirlenim çerçevesinde kültürel teamüllerle kurumları yapılandırır ve kültürel anlamları aktif bir şekilde üretir” derken, başka bir bölümde Kemal Tahir’in Sağcılar/Siyasal İslamcılar tarafından sahiplenilmesine değiniyorsunuz. Bu bağlamdan hareketle iktidar odaklarının sıklıkla dile getirdiği kültürel hegemonya meselesini nasıl yorumlarsınız?

Değindiğiniz kültür tanımı Raymond Williams’a ait. Williams, bence iki bakımdan önemlidir. Öncelikle, Marksizm’in Platon’un “idea”lar öğretisinden devraldığı altyapı-üstyapı ayrımını erken sayılabilecek tarihlerde cesurca sorgulamıştır. Platon’un idealar felsefesinde bir tarafta idealar, diğer tarafta onların zahiri/dünyevi türevlerinin olması gibi Marksizm’in ortodoks yorumunda da bir tarafta altyapı (üretim ilişkileri “idea”sı); diğer tarafta eğitimiyle, sanatıyla, dini ve diyanetiyle onun üstyapısal türevleri, yani bir bütün olarak kültür yer alır. Williams bu oldukça dar ve türevsel kültür anlayışını ıskartaya çıkarıp, toplumun hem gündelik hayatta yapıp ettiklerinden oluşan varoluş biçimini hem de edebiyat-sanat eserlerini içeren geniş ve demokratik bir kültür tarifi yapmıştır. İngiltere’de ampirizm güçlü bir felsefe geleneği ve düşünme biçimi olduğu için kültür tanımının merkezine “yaşanılan deneyim”i koymuş ve kendi tabiriyle “hissiyat yapıları”nın öneminden bahsetmiştir.

Kemal Tahir’le ilgili sorunuza gelince; AKP’nin kültürel hegemonya projesi pek tutarlı bir doğrultu izlememekle birlikte başından beri bir Cumhuriyet karşıtlığı ve Osmanlı nostaljisi içeriyor. Osmanlı’yı oldukça absürd, yapımcılarını bile küçük düşürecek kadar sakil sahnelerle yücelten diziler yıllardır TV kanallarında döndürülüyor. AKP’liler Kemal Tahir’i öncelikle buradan sahiplenmek istiyorlar. Kemal Tahir edebiyatında, Osmanlı’nın biricikliği, Avrupa feodalizmine benzemezliği, “Kerim Devlet” olmaklığı gibi buna müsait çok sayıda tez var. Ama diğer yandan Kemal Tahir’de Ermeni kırımına dair açık seçik anlatımlar da var. Örneğin Yediçınar Yaylası, 1915’te Orta Anadolu Ermenilerinin başına gelenleri aktarmak konusunda Türk edebiyatının en dürüst eserlerinden biridir. Yani bugünkü zihniyetiyle AKP, Kemal Tahir’i ancak sansüre uğratılmış haliyle sahiplenebilir.

Öte yandan AKP devrinin kültürel hegemonyasının şu veya bu yazarın parlatılmasıyla; İslamcı kalem erbabının yeni bir sanat akımı başlatmasıyla veya yeni bir roman yazılmasıyla alakalı olmadığı kanısındayım. Kültür hayatındaki Batılılaşma bu iktidar devrinde son derece çarpık bir şekilde de olsa, devam ediyor. Eskiden senfoni müziği dinleyerek Batılılaşan gençler bugün oldukça sert ve saldırgan bir rap müzikle Batılılaşıyorlar. Batı’dan kültürel bir lumpenlik ihraç ediliyor ve kriminal faaliyetler, silah ve şiddet, yasadışı bahis erdem haline getiriliyor; bütün bunlarla birlikte kolay yoldan para kazanma kültürü telkin ediliyor. Ekonomi de artık iyice paradan para kazanma taktikleri üstüne kurulu hale geldiği için, üretmek yerine parazit hayatı sürmeyi (bu erken emeklilik biçiminde olabileceği gibi yasadışı bahis oynamakla da olabiliyor) teşvik eden bir kültür bu. AKP’nin kültürel hegemonyası işte bu şekilde kuruluyor ve bunun toplumdan söküp atılması bir edebiyat akımının veya sanat modasının ortadan kaybolmasıyla kıyas kabul etmeyecek kadar zor olabilir. Kültürü en geniş manasıyla, Raymond Williams’in demokratik kültür anlayışı çerçevesinde düşünürsek, AKP ciddi bir lumpenlik kültürü tesis etmiş durumda. Ali Koç gibi eski İstanbul burjuvazisinin evlatlarına bile lümpen taklidi yaptırabilen bir kültür bu. Hepimiz için geçmiş olsun.

Günleriniz nasıl geçiyor? Yeni bir kitap projeniz var mı?

Okuyup yazarak, çeviri yaparak geçiyor. Birikim’de 2024’ün son sayısı olarak “yüz yıl sonra Lenin ve Leninizm dosyası” hazırlıyoruz, bugünlerde onun heyecanı var. Yeni kitap projesi olarak, Tanzimat’tan 2000’lere Türkiye’de edebiyat eleştirisinin tarihini, belirli yazarlar ve dönemler üstünden inceleme fikri bir süredir zihnimde dolanıyor. Ama bu, hemen olabilecek bir şey değil tabii; kitaba dönüşmesi uzun yıllar alabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu